top of page
Yazarın fotoğrafıReha Kuldaşlı

Çeviri | W. F. Harvey: "Ağustos Sıcağı"


Çeviren: Reha Kuldaşlı

PHENISTONE ROAD, CLAPHAM


20 Ağustos 19


Sanırım hayatımın en olağanüstü gününü yaşadım ve olaylar zihnimde tazeliğini korurken olabildiğince net bir şekilde kağıda dökmek istiyorum.

Başlamadan söyleyeyim, adım James Clarence Withencroft.

Kırk yaşındayım; sağlığım yerinde, bir gün bile hasta olduğumu bilmem.

Çok başarılı olmasam da mesleğim sanatçılık, ama karakalem işlerimden zaruri ihtiyaçlarımı karşılamaya yetecek kadar para kazanıyorum.

Tek yakın akrabam olan kız kardeşim beş yıl önce öldü, kimsem yok.

Bugün sabah dokuzda kahvaltı ettim; sabahki gazeteye göz attıktan sonra pipomu yakıp kalemime bir şey bulurum ümidiyle zihnimi serbest bıraktım.

Kapı ve pencereler açık olmasına rağmen oda boğucu derecede sıcaktı. O fikir aklıma geldiğinde, mahalledeki en serin ve rahat yerin halka açık yüzme havuzunun kenarı olacağına henüz karar vermiştim.

Çizmeye başladım. Öyle hevesle işe koyulmuştum ki öğle yemeğime dokunmadım bile, ancak St. Jude’un saati dördü vurduğunda çalışmayı bıraktım.

Aceleyle yapılmış bir eskiz olduğu düşünülürse ortaya çıkan sonucun o zamana kadar yaptığım en iyi iş olduğuna emindim.

Sanık yerinde duran bir suçlunun, yargıç hükmü açıkladıktan hemen sonraki halini gösteriyordu. Adam şişmandı, çok şişmandı. Kat kat etleri çenesinden dökülüyor, kocaman, tıknaz boynunu terletiyordu. Sinekkaydı tıraşlıydı (belki birkaç gün önce sinekkaydı tıraş olduğunu söylemem gerekir) ve neredeyse keldi. Kısa, dolma parmakları parmaklıkları kavramış halde, sanık yerinde ayakta bekliyor, dosdoğru önüne bakıyordu. Yüzünde korkudan ziyade kesin ve mutlak bir çöküşün ifadesi vardı.

Görünüşe göre adamda o etten dağı ayakta tutacak güçten eser yoktu.

Eskizi sarıp neden olduğunu pek bilmeden cebime koydum. Ardından, bir şeyin iyi yapıldığını bilmenin verdiği nadir mutluluk duygusuyla evden çıktım.

Sanırım Trenton’u çağırma fikriyle çıkmıştım, zira Lytton Sokağı’nda yürürken tepenin eteğindeki Gilchrist Yolu’na doğru sağa döndüğümü hatırlıyorum; yeni tramvay hattı üzerinde çalışanlar vardı.

Oradan sonra nereye gittiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Tamamen farkında olduğum tek şey, adeta elle tutulur bir dalga gibi asfalt yoldan yayılan berbat sıcaktı. Göğün batısında alçakta asılı duran bakır rengi muazzam bulut kümelerinin vadettiği gök gürültüsü burnumda tütüyordu.

Küçük bir çocuk, saati sorarak beni hülyalarımdan uyandırdığında sekiz on kilometre yürümüş olmalıydım.

Saat yediye yirmi vardı.

Yanımdan gittiğinde kendimi toparlamaya başladım. Etrafı çorak topraktan bir setle çevrelenmiş, çiçeklerin, mor filizlerin ve kızıl sardunyaların olduğu bir avluya açılan bir kapının önünde dururken buldum kendimi. Girişin üzerindeki tabelada şu yazıyordu:


CHAS. ATKINSON

ANIT TAŞ USTASI

İNGİLİZ VE İTALYAN MERMERLERİ İŞLENİR


Avludan şen bir ıslık, çekiç darbelerinin gürültüsü, taşa kavuşan çeliğin soğuk sesi geliyordu.

Ne olduğunu anlamadan giriverdim.

Arkası bana dönük bir adam oturuyordu; tuhaf şekilde damarlı bir mermer levhayı işlemekle meşguldü. Adımlarımı duyduğunda arkasını döndü, ben de aniden durdum.

Çizdiğim adamdı, portresi cebimde duran adam.

Orada kocaman, fil gibi oturuyordu, kafa derisinden dökülen terleri kırmızı ipek bir mendille siliyordu. Ancak yüzü aynı olsa da ifadesi mutlak surette farklıydı.

Sanki eski dostlarmışız gibi beni gülümseyerek selamlayıp elimi sıktı.

Habersiz girdiğim için özür diledim.

“Dışarısı sıcak ve çok aydınlık,” dedim. “Burası sahrada bir vaha gibi görünüyor.”

“Vahayı bilmem ama,” diye cevap verdi, “sıcak olduğu kesin. Cehennem gibi yanıyor. Oturun beyefendi!”

Üzerinde çalıştığı mezar taşının ucunu gösterdi, ben de oturdum.

“Ne güzel bir taş bulmuşsunuz,” dedim.

Başını salladı. “Bir anlamda öyle,” diye yanıtladı; “yüzeyin burası isteyebileceğiniz her şeyden daha iyi ama arkasında büyük bir çatlak var, gerçi fark edeceğinizi sanmam. Bunun gibi bir mermerle gerçekten iyi bir iş çıkarmam mümkün olmazdı. Böyle yaz aylarında sorun olmaz, cehennem sıcaklarından etkilenmez. Ama kış gelmeyegörsün. Başka hiçbir şey don gibi taşın zayıf noktalarını bulamaz.”

“O zaman ne için?” diye sordum.

Adam kahkahayı bastı.

“Sergi için olduğunu söylesem bana asla inanmazsınız ama gerçek bu. Sanatçılar sergi açar: Tıpkı bakkallar, kasaplar gibi. Biz de açarız. Yani mezar taşlarındaki ufak tefek yenilikler, bilirsin.”

Mermerlerden bahsetmeye devam etti, hangi mermer rüzgara ve yağmura en dayanıklıdır, hangileri en yumuşaktır; sonra bahçesinden ve yeni aldığı karanfil cinsinden söz etti. Her dakikanın sonunda aletlerini yere bırakıyor, ay gibi parlayan başını silip sıcağa küfrediyordu.

Rahat edemediğim için az konuştum. Bu adamla tanışmamda doğal olmayan, tekinsiz bir şey vardı.

Başta onu daha önce gördüğüme inandırmaya çalıştım kendimi, tanımadığım yüzü bir şekilde belleğimin dış köşesinde yer bulmuştu. Ama makul olmaya çalışarak kendimi kandırmaktan daha fazlasını yapmadığımı biliyordum.

Bay Atkinson çalışmasını bitirdi, yere tükürdü ve rahatlayıp iç çekerek doğruldu.

“İşte! Nasıl buldunuz?” dedi, gururlandığı her halinden belliydi.

İlk okuduğum yazı şuydu:


18 OCAK 1860’TA DOĞAN

20 AĞUSTOS 19– GÜNÜ

ANİDEN VEFAT EDEN

JAMES CLARENCE WITHENCROFT’UN

AZİZ HATIRASINA

Hayatın ortasında, ölümün içindeyiz.”


Bir süre sessizce oturdum. Sonra soğuk bir titreme geldi. Bu adı nerede gördüğünü sordum.

“Hiçbir yerde görmedim ki,” diye yanıtladı Bay Atkinson. “Bir ada ihtiyacım vardı, aklıma gelen ilk adı yazdım. Neyi bilmek istiyorsunuz?”

“Tuhaf bir tesadüf ama görünüşe göre benim adım.”

Uzun, düşük bir ıslık çaldı.

“Ya tarihler?”

“Sadece biri için konuşabilirim ama doğru.”

“Bu nasıl bir iş böyle!” dedi.

Ama o da en az benim kadar bilmiyordu. Ona sabah yaptığım işi anlattım. Eskizi cebimden çıkarıp gösterdim. Eskize bakarken yüzü giderek değişip çizdiğim adamın ifadesine benzedi.

“Daha evvelsi gün,” dedi, “Maria’ya hayalet diye bir şeyin olmadığını söylemiştim!”

Hiçbirimiz hayalet görmemiştik ama ne demek istediğini biliyordum.

“Beni bir yerde görüp unutmuş olmalısın! Geçen Temmuz’da Clacton-on-Sea’ye gittin mi?”

Clacton’a hayatımda hiç gitmemiştim. Bir süre sessiz kaldık. İkimiz de aynı şeye, mezar taşındaki iki tarihe bakıyorduk; biri doğruydu.

“İçeri gel de bir şeyler atıştır,” dedi Bay Atkinson.

Eşi kısa boylu, neşeli bir kadındı. Taşrada yetişenler gibi gürbüz, al yanaklıydı. Kocası beni sanatçı bir dostu olarak tanıttı. Sonuç talihsizdi, zira sardunyalar ve sutereleri kaldırıldıktan sonra bir Doré İncili getirdi; yaklaşık yarım saat boyunca oturup hayranlığımı ifade etmek zorunda kaldım.

Dışarı çıktığımda, Atkinson mezar taşının üzerinde sigara içiyordu.

Kaldığımız yerden konuşmaya devam ettik.

“Kusura bakmazsan,” dedim, “mahkemeye çıkmana neden olacak bir şey yapıp yapmadığını biliyor musun?”

Başını salladı.

“Beş parasız değilim, işim yeterince kazandırıyor. Üç yıl önce Noel zamanı birkaç gardiyana hindi vermiştim, hatırladığım tek şey bu. Üstelik küçük hindilerdi,” diyerek ekledi.

Ayağa kalktı, sundurmadan bir teneke alıp çiçekleri sulamaya başladı. “Sıcak havalarda her gün, günde iki kez”, dedi, “bazen sıcak hassas olanlara iyi gelmiyor. Hele aşk merdivenleri, ya Rabbim! Asla dayanamazlar. Nerede yaşıyorsun?”

Ona adresimi verdim. Eve gitmek hızlı adımlarla bir saat sürerdi.

“İşte böyle,” dedi. “Konuyu hemen halledeceğiz. Bu akşam eve dönersen kaza şansını denemiş olacaksın. Araba çarpabilir, her yerde muz ve portakal kabukları var. Yerde duran merdivenlerden bahsetmiyorum bile.”

“Yapabileceğimiz en iyi şey,” diye devam etti, “saat on ikiye kadar burada kalman. Üst kata çıkıp sigara içeriz; içerisi daha serin olabilir.”

Kabul etmeme şaşırdım.

Şimdi saçakların altında, uzun, alçak tavanlı bir odada oturuyoruz. Atkinson eşini yatmaya gönderdi. Bileği taşında aletlerini bilemekle meşgul, bir yandan benim sigaramdan içiyor.

Hava gök gürültüsüyle ağırlaşmış gibi görünüyor. Bunları açık pencerenin önünde, sallanan bir masada yazıyorum. Masanın bacağı kırık, aletlerle arası iyi biri gibi görünen Atkinson ise keskisinin kenarını düzeltmeyi bitirir bitirmez tamir edecek.

Saat on biri geçti. Bir saat dolmadan gitmiş olacağım.

Ama sıcak boğucu.

İnsanı delirtmeye yeter.



 

Not: İngiliz öykücü William Fryer Harvey (1885-1937) tarafından yazılıp 1910 yılında "August Heat" adıyla yayınlanan bu öykü, korku edebiyatı klasiklerinden biridir. İçinde hayalet geçmemesine rağmen bir "hayalet öyküsü" olarak da kabul edilir. Aynı zamanda "küçük başyapıt" olarak değerlendirilmektedir. (ç.n.)

1 Comment


esen_ozyurt
Jun 22, 2022

Müthiş bir öykü, harika bir çeviri. Eline sağlık Reha.


Like
bottom of page