top of page
Yazarın fotoğrafıReha Kuldaşlı

Kant’ın Aydınlanma Anlayışı: Aklın Kamusal Kullanımı Ne Anlama Gelir?


“Aydınlanma” çağının en önemli ve öncü düşünürlerinden biri olan Kant, “Aydınlanma nedir?” sorusuna yanıt aradığı 1784 tarihli makalesine şu sözlerle başlar:


Aydınlanma, insanın kendisini maruz bıraktığı hamlıktan kurtuluşudur. Hamlık, kişinin kendi aklını başkasının yönlendirmesi olmadan kullanamamasıdır. Nedeni akıl yoksunluğu olmayıp başkasının yönlendirmesi olmadan aklını kullanma kararlılığı ve cesaretinden yoksun bulunmak olduğunda ise bu, kişinin bizzat kendisini maruz bıraktığı bir hamlıktır. ‘Sapere aude! Kendi aklını kullanmaya cüret et!’ bu nedenle aydınlanmanın düsturudur.[1]

Kant’ın burada bahsettiği “hamlığın” [Unmündigkeit] Almancada yasalar önünde karar alma ehliyeti bulunmamak, olgunlaşmamış olmak, kendi adına konuşamamak veya başka birinin vasiliğine ihtiyaç duymak gibi çağrışımlar içerdiğini de belirtmek gerekir. Yani Kant’a göre, aklını kullanmaya cesaret etmeyen kişinin durumu, kendisini yasalar önünde bizzat temsil edemeyen birinin durumuna benzer; böyle kimseler aklen başkalarının aldıkları kararlara muhtaçtır, kendi kararlarını almada zorluk çekerler. Hatta Kant’ın perspektifinden bakarsak muhtemelen ve maalesef bundan haberleri dahi yoktur, aklın ışığını temsil eden aydınlanma karşısında bir tür karanlıkta bulundukları söylenebilir.


Kant’a göre bunun başlıca nedeni aylaklık ve korkaklıktır.[2] Hamlık insanı rahat ettirir, sıcak bir örtü gibi sarıp sarmalar; Kant’ın sözleriyle “benim için akıl yürüten bir kitap, vicdanım olarak hareket eden bir rahip, beslenmemi belirleyen bir doktor vs. varsa bizzat çaba harcamak zorunda kalmam.”[3]


Tarih boyunca insan böyle yaşamaya alışmış, deyim yerindeyse hamlık onun ikinci doğası haline gelmiştir. Ruhban, aristokrat vs. gruplar halinde insanı bir sürü gibi güdenlerin, vicdani ve siyasi iktidarı paylaşmadan elinde bulunduranların uyguladıkları baskının da bunda payı büyüktür: Tüm bu süreç boyunca insan aklını kullanmadan yaşamaya alışmıştır. İlginç olan şu ki Kant’a göre bu hamlığı sürdüren tek unsur söz konusu grupların uyguladıkları baskılar değildir, aynı zamanda insanın sorgulamadan kullandığı formüller, kurallar gibi aklın “kötüye kullanılan” “mekanik araçları” da böyle hamlaştırıcı bir etki oluşturmaktadır. Kant’a göre bunlar da aklın prangalarıdır. Fakat insan aklını özgürce kullanmaya alışkın olmadığı için tüm bu prangalardan kurtulup kendinden emin yürümeyi başaranların sayısı pek azdır.[4]


Kant, bunlara rağmen daha kamusal bir perspektiften umudunu korur: Toplumdaki her bireyin tek başına prangalarından kurtulup aklın ışığında tek başına yürümesi zor olmakla birlikte toplumun bir bütün olarak aydınlanması hem daha yüksek bir ihtimaldir hem de bu özgürlük tanındığında neredeyse kaçınılmazdır. Bir anlamda Kant, toplumun bu konuda özgür bırakıldığında insanın doğadan gelen aklının zamanla aydınlanma yolunu bulacağı umudunu korumaktadır. Ancak bu noktada, yukarıda bahsedilen toplumun imtiyazlı kesimlerindeki aydınlara veya aydınlananlara büyük rol düşmektedir; öyle ki kendi akıllarını kullanma cesaretini göstererek hamlığın prangalarından kurtulup özgürleşme yolunda emin adımlarla ilerlemeyi başaran aydınlar, halkın geri kalanını da bu yolda yürümeye teşvik edebilir ve bu bakımdan olumlu bir etkide bulunabilir. Kant’a göre bunun gerçekleşmesinin tek yolu, aklın kamusal kullanımının serbest bırakılmasıdır: “Aklın kamusal kullanımı her zaman serbest olmalıdır, insanlara aydınlanmayı sadece bu getirebilir. … Aklın kamusal kullanımından kastım, kişinin bir alim olarak okurlar alemine hitap ettiğindeki kullanımıdır.”[5] Buna karşılık, aklın “özel” veya “kişisel” kullanımı ise örneğin verilen bir emrin veya talimatın yerine getirilmesindeki kullanımı olarak görülür.

Bu noktada Kant’ın “aydınlanma” meselesini bireysel bir mesele olarak ele almayıp her zaman toplumsal veya kamusal bir mesele olarak görmesi bence önem taşıyor. Aklın “özel” kullanımında, örneğin bir işte çalışırken, ticaret yaparken veya şahsi amaçlar güdülen herhangi bir meşgaleyle uğraşırken ne kadar “akıllı” davranırsak davranalım, yani aklı ne kadar incelikli bir şekilde işe koşarsak koşalım, bu tek başına “aydınlanmaya” yol açmaz. Başka bir deyişle, “akıllı” olmak aydınlanmış olmak değildir; ikincisi aklın bireysel çabalarla prangalarından kurtulmasından sonra belli bir (kamusal) sorumlulukla kullanılmasını gerektirir. Kant’a göre toplumun aydınlanmasına giden yol, tam da aklın bu şekilde kullanımının serbest bırakılmasından, kişilere bu özgürlüğün tanınmasından geçer. Aklını kamusal olarak kullanan birey, “görevli” olarak görevlerini yerine getirmenin yanı sıra “alim” olarak bu görevlerin adaletsizliğini açıkça eleştirebilir ve hatta eleştirmelidir. Kişinin eleştirdiği bir görevi yerine getirmesi Kant açısından bir tezat oluşturmaz zira bunlar aklın iki farklı kullanımıdır ve Kant, kamusal kullanımın sağladığı eleştiri gücünün zaman içinde söz konusu adaletsizlikleri ortadan kaldıracak bir baskıya evrilebileceği ümidini taşıyor gibi görünmektedir. Bu ümidin naif olup olmadığı tartışma konusudur. Son olarak, Kant’ın devrim yaratan tüm görüşlerine rağmen, en azından bu metinde “devrim” düşüncesine soğuk baktığını da unutmamak gerekir: Kant’a göre aydınlanma ancak yavaş yavaş gerçekleşebilir; devrimler “tek kişinin despotluğundan” veya “iktidara doymayan baskılardan” belli bir kurtuluş sağlasa da “düşünme biçimimizde gerçek bir reform yaratamaz” ve baskıların yerini yeni önyargılar alarak kitleleri yönlendirmeye devam eder.[6]

 

[1] Kant, Immanuel (2006). Toward Perpetual Peace and Other Writings on Politics, Peace and History. Ed. Kleingald, Pauline. Yale University Press: New Haven ve Londra, s. 17 [Tüm çeviriler tarafıma aittir.] [2] A.g.e., s. 17 [3] A.g.e., s. 17 [4] A.g.e., s. 18 [5] A.g.e., s. 19 [6] A.g.e., s. 18

3.297 görüntüleme

Comments


bottom of page