top of page
Yazarın fotoğrafıReha Kuldaşlı

Çeviri | Ralph Waldo Emerson: Toplum ve Yalnızlık

Çeviren: Reha Kuldaşlı

Seyahatlerim sırasında, odasında Rondanini Medusa’nın döküm replikası bulunan, bu ince sanat eserinin kataloglardaki adının yanlış olduğu konusunda beni temin eden bir mizahşörle karşılaştım; onu yapan heykeltıraşın, Müzlerin annesi olan Hafıza’yı[1] düşündüğüne ikna olmuştu. Devam eden konuşmada, yeni arkadaşım birkaç olağanüstü itirafta bulundu. “Görmüyor musun,” dedi, “öğrenmenin cezasını ve S.’de tanıştığın akademisyenlerin her birinin, Hood’un[2] şiirindeki cellat gibi kendisi geriye kalan son kişi olsa bile sondan bir öncekini giyotine koyacağını?” Başka pek çok eğlenceli noktaya da değindi fakat açıkça görülen ciddiyeti ilgimi çekti ve ilerleyen haftalarda birbirimizi daha iyi tanıdık. Kabiliyetli, güleç mizaçlıydı ve kötü alışkanlıkları yoktu; ancak bir kusuru vardı: Herkesin konuştuğu tonda konuşamıyordu. İradesi bir nebze felce uğramıştı, öyle ki sıradan insanlarla tanıştığında zayıf, sanki utangaç bir genç kız gibi konuşuyordu. Bu kusurunun farkında olması durumu daha da kötüleştirmişti. Meyhanede erkek gibi konuşan her sığırtmacı, oduncuyu kıskanıyordu. Kralların en çok korkması gereken kişinin duygudaşlığı en alt seviyeye inen kişi olduğuna inanarak Mirabeau’nun don terrible de la familiarité[3] dediği şeye gıpta ediyordu. Nitekim bir dostuna mektup yazacak kadar yalnız kalamadığını söylüyordu. Şehri terk etti; kırlara saklandı. Yalnız nehir yeterince yalnız değildi; Güneş ve Ay onu rahatsız ediyordu. Bir ev satın aldığında ilk işi ağaç dikmek oldu. Kendini yeterince gizleyemiyordu. Oraya bir çit, şuraya meşe ağaçları dikti; ağaçlar ağaçları izledi, hepsinden öte, her dem yeşil bitkiler dikti çünkü bunlar bir sırrı yıl boyunca korurdu. Ona edebileceğiniz en hoş iltifat, karşılaştığınız bir evde veya sokakta ona dikkat etmediğinizi söylemek olurdu. Bulunduğu yerde görüldüğünden dolayı acı çekse de sayılamayacak kadar çok yerde bulunmadığı düşüncesiyle kendini teselli ederdi. Tek istediği, terzisinin bir an bile dikkat çekmeyecek kadar gösterişsiz renk ve kesimi bulmasıydı. Viyana’ya, İzmir’e, Londra’ya gitmiş. Her çeşit kostüm içinde, giysilerden oluşan bir karnaval, bir kaleydoskop içinde, sokakta kendi kıyafeti gibi bir kıyafet giyen tek bir kişi bulamayıp dehşete düşmüştü. Gyges’in yüzüğü için ruhunu satardı. Görünür olmaktan duyduğu dehşet, fanilik korkularını gölgede bırakıyordu. “Dünyevi kisvemden sıyrılıp yıldızların arkasına saklanmayı, kendimle tüm ruhların arasına güneş sisteminin çaplarını ve yıldızların yörüngelerini koymayı; orada çağlar boyu yalnızlık içinde solmayı, mümkünse hafızayı dahi unutmayı beklemekten başka bir şey yapmayan benim bu kadar büyük bir vurulma korkusu yaşadığımı düşünüyor musun?” diye sordu. Sosyal beceriksizlikleri nedeniyle ümitsizliğe varan bir pişmanlık yaşıyordu, yüzündeki seğirmeleri, kollarındaki ve omuzlarındaki titremeleri gizlemek için kilometrelerce uzağa giderdi. Tanrının günahlarını affedebileceğini ama tuhaflığın ne yerde ne de gökte affedileceğini söyledi. Newton’a hayranlığı Ay teorisinden ziyade Collins’e yazdığı mektuptan ileri geliyordu; onu, Philosophical Transactions’taki problemin çözümüne adını yazmaktan men etmişti: “Belki tanınırlığımı artırabilir ki bilhassa bunu azaltmak için çalışıyorum.”


Bu konuşmalar, daha sonra benzer vakalardan haberdar olmama yol açtı ve pek nadir olmadıklarını keşfettim. Doğada pek az madde saf halde bulunur. Gün ışığında dünyanın kaba muamelesini kaldırabilecek bünyeler, demir ile tuz, hava ile su gibi vasat ve ortalama bir yapıya sahip olmalıdır. Öte yandan, saflığının korunması için neftte muhafaza edilmesi gereken potasyum ve sodyum gibi metaller vardır. Bunlar belli bir uzmanlıkla belirlenen yeteneklerdir; yükselen bir uygarlık, büyük şehirlerin merkezlerinde, kraliyet odalarında güçlendirir bunları. Doğa ise kendi işini korur. Bir Arşimet, bir Newton, dünyanın kültürü için vazgeçilmezdir; dolayısıyla onları belli bir yavanlıkla korur. Bunlar dans etmeyi, şarabı ve kulüpleri seven iyi kimseler olsalardı ne Küre Teorisi ne de Principia’ya sahip olurduk. Onlarda dehanın hissettiği tecrit mecburiyeti vardı. Her biri elektriğini korumak için üç ayaklı cam küresinin başında durmalıdır. Evren teorisi duygulanıma dayanan, saf zekanın tehlikesini ve kötülüğünü kınamaktan yorulmayan Swedenborg bile sıra dışı bir istisna olamamıştır: “Bir arada olmayıp ayrı, ev ev yaşayan melekler de vardır; bunlar meleklerin en iyileri oldukları için cennetin ortasında ikamet ederler.”

Faydalı bir şey yapamama, hatta tek bir açık cümle dahi yazamama kusuruna sahip olan pek çok üstün dahi biliyoruz. Üstün özelliklere sahip kişilerin topluma uygun olmaması daha kötü ve trajiktir. Uzaktan hayran olunur ama yakına getirdiğinizde felçli gibidir. Bazısı kendisini yalnızlıkla korur, bazısı nezaketle, bazısı ise iğneleyici, dünyevi bir tutumla: Her biri, teninin inceliğini, her daim bir arada olmaya elverişsizliğini nasıl yapabiliyorsa öyle korur. Ancak hastalığı kökünden iyileştirecek bir deva yoktur, ya kendi yeterlik alışkanlıkları pratikte o kişiyi insan ırkından bağımsız hale getirir ya da bir sevgi dini iş görür. Bakılırsa evlenmeye dahi ehliyeti yok gibidir; kendini koruyamayan kişi, bir kadını nasıl koruyabilir?

Sıradan olmak için dua ederiz. Ama sizde iyi bir şey varsa temkinli Gökler sıradan olmamanızı sağlar. Dante’nin arkadaşlığı çok kötüydü, hiçbir zaman yemeğe davet edilmezdi. Michelangelo bu konuda üzücü, acı zamanlar geçirmişti. Güzellik elçileri, arabalarda ve salonlarda nadiren güzeldir. Kolomb, kendisi kadar yalnız bir ada veya toprak parçası keşfetmemiştir. Yine de bu otoritelerin her biri, dışlanmasının nedenini iyi anlamıştır. Yalnız mıydı? Elbette evet; ama onun toplumu, o çağda dünyanın yönetimine devam etmek için gereken beyin gücüyle sınırlıydı. Roma’ya gitme meselesi gündeme geldiğinde Dante, “Ben kalırsam kim gider? Ben gidersem kim kalır?” demiştir.


Ancak yalnızlık gerekliliği, söylediğimizden daha derin ve organiktir. Dünyası tek bir kişiye yetecek kadar büyük olan pek çok filozof gördüm. İyi bir arkadaş gibidir ama sırrı karşısında, sistemini geri kalan her şeye dayatmak istemesi ve buna ihtiyaç duyması karşısında şaşırmaya devam ederiz. Her birinin kararlılığı diğerlerinden gelir, her bir ağacın boş yere doğru büyümesi gibi. Her birinin kafası bu kadar doluyken toplumumuzun bu kadar küçük kalması şaşırtıcı değildir. Başkan Tyler gibi, dostlarımız her gün bizden ayrılır ve sonunda at arabasına binip gitmek zorunda kalırız. Sevgili kalp! Hüzünle eve götür onu: Yardımlaşma yok. Dostluklarla yola çıkarız, gençliğimizin tamamı, insanların kurtuluşu için bir araya gelecek kutsal kardeşliğin tetkiki ve genişlemesiyle geçer. Ama daha uzaktaki yıldızlar bir arada ışık huzmesi şeklinde görünse de teleskobun ayrıştıramayacağı bir grup yoktur; en yakın dostların arasına aşılmaz mesafeler girer. Yardımlaşma gönülsüzdür ve bize Yaşamın Dehası tarafından dayatılır, bunu imtiyazı olarak saklı tutar. Konuşmak iyidir bizim için; oturup ilham alırız, sakin ve tam hissederiz ama biriyle bir araya geldiğimiz anda her biri bir taraf olur.


Trajedi ve romansların malzemesi, birbirini hem görmeden hem de görerek, görünen her şeye rağmen devam eden iki üstün insanın ahlaki birliğinin sonunda tanrılar ve insanlar önünde dürüstlükle kanıtlanıp neşeli duygular uyandırmasında, gözyaşları akıtıp görkem hissi yaşatmasında yatsa da, kahramanlar için böyle bir ahlaki birlik olabilse de, onlar da bir entelektüel birlikten alabildiğine uzaktır; ahlaki birlik ise denizci tayfasının veya itfaiyenin yardımlaşması gibi görece düşük ve harici amaçlara yöneliktir. Ama bildiğimiz herkes ne kadar tecrit edilmiş ve acınası derecede yalnızdır! Sokakta karşılaştıklarında birbirleri hakkında düşündüklerini söylemeye de cüret etmezler. Sığ ve aldatıcı nezaket gösteren dünya insanlarının halini yüzlerine vurmak bal gibi hakkımız!


Titiz bilimin ev ve komşuluk hayatımızın altında bulduğu trajik zorunluluk budur; her bir yetişkin ruhu kırbaçlayarak çöle sürer, sıcak uzlaşılarımızı duygusal ve anlık kılar. Böyle perişanlığa mal oluyorlarsa düşüncenin hedeflerinin buyurgan oldukları sonucuna varmalıyız. Anlatılamayacak kadar derindirler, enginliklere ve sonsuzluklara aittirler. Toplumun ortaya çıktığı ve kaybolduğu, asıl sorunun “Hangisi önce gelir, insan mı yoksa insanlar mı?” olduğu derinliğe kadar iner. Burada birey, kendi kaynağında kaybolur.


Fakat bu şekilde kayalara ve yankılara doğru kovulmayı hiçbir metafizik doğru veya katlanılabilir kılamaz. Bu sonuç doğaya öyle aykırıdır ki, öyle yarım bir görüştür ki sağduyu ve tecrübeyle düzeltilmesi gerekir. “İnsan babasının yanında doğar, orada kalır.” İnsan toplumla kuşanmalıdır, aksi takdirde belli bir çıplaklık ve yoksulluk hissederiz, tıpkı yerinden edilmiş ve elindekiler alınmış bir üye gibi. Bedenine giydiklerinin yanı sıra sanat ve kurumlarla kuşanmalıdır. Zaman zaman, zarif yapılı bir kimse yalnız yaşayabilir ve öyle yaşamalıdır; ama çoğu kişiyi bir yere kapatırsanız mahvedersiniz. “Kral, adamlarıyla birlikte salonunda yaşadı, onlarla birlikte yedi ve insanları anladı,” diyor Selden. Genç bir avukat, geç gelen Bay Mason’a “Hukuk okumak için odamda kalıyorum” dediğinde, tecrübeli isim şöyle dedi: “Hukuk okumak için mi! Hukuku mahkeme salonunda okumalısın.” Edebiyat için de kural farklı değildir. Yazmayı öğrenmek istiyorsanız sokakta öğrenmelisiniz. Güzel sanatların hem aracı hem de amaçları için sık sık halkın arasına karışmanız gerekir. Yazarın evi insanların arasındadır, üniversitede değil. Akademisyen, tüm insanların sevgisinin ve arzusunun yakacağı bir mumdur. Bu sakallı yüzün arkasında gizlenen şey arazileri veya icarları değil, maskelenmiş ruhu büyüleme gücüdür; icarı ve tayını işte bu pembe çehredir. Onun ürünlerine, fırıncının veya dokumacının ürünleri kadar ihtiyaç duyulur. Toplum, yetişmiş insanlar olmadan yapamaz. İlk istekler tatmin edildiği andan itibaren daha yüce istekler zorunlu hale gelir.


Kendimizi büyülemek, kendi kendimizi kırbaçlamak zordur; ama duygudaşlık vasıtasıyla enerji ve dayanıklılık bulabiliriz. Birliktelik, insanları kendi başlarına nadiren ulaşabilecekleri belli bir performans hırsına iter. Toplumun faydası işte buradadır: Yücelerle yüce olmak çok kolaydır; mevcut standarda ulaşmak çok kolaydır, tıpkı önceden zorlu görünen dalgalarda sevgilisine doğru yüzen aşığın işi kadar kolaydır. Duygulanımın faydaları saymakla bitmez ve romansını asla kaybetmeyen bir olay varsa üstün insanlarla en mutlu etkileşime olanak tanıyan şekillerde karşılaşmaktır.

Kanı ağır akan, soğuk bir kişi, konuyla ilgili yeterli bilgiye sahip olmadığını düşünerek konuşma sırası kendine geldiğinde konuşmayı reddeder. Ama konuşanlar da daha fazlasına sahip değildir, daha azına sahiplerdir. Fayda sağlayan şey yeni olgular değil, herkesin olgularını aydınlatma hırsıdır. Hırs, sizi, olguları aktaran mecmualarla doğru bir ilişkiye yerleştirir. Soğuk, tatsız bünyelerin en büyük kusuru, hayvansı ruhların ihtiyacıdır. Tanrı ölüleri diriltecekmiş gibi, inanılmaz güçleri varmış gibi görünürler. Münzevi, başkalarının kendi yardımıyla yaptıklarını bir tür korkuyla izler. Aslanyürekli’nin kahramanlığı kadar, demiryolunda çalışan bir İrlandalının günlük işleri kadar olanağının ötesindedir. Şimdi ile geleceğin her daim rakip oldukları söylenir. Hayvansı ruhlar şimdinin gücünü teşkil eder, işleri piramit yapısına benzer. Lort, general veya yakın arkadaş olup çıkarlar. Bunların önünde Hafıza, deri yamasıyla ne bayağı bir dilencidir! Ancak bu şen sıcaklık tüm bünyelerde gizlidir, sadece toplumun zorlamasıyla serbest kalır. Bacon’un terbiye hakkında “[Terbiye] sahibi olmak için [terbiyeyi] küçümsememek yeter,” dediği gibi, biz de hayvansı ruhlar için sağlık ve bir sosyal alışkanlığın kendiliğinden ortaya çıkardığı ürünler olduklarını söyleyebiliriz. “İnsanlar alışkanlıkları da hastalıklar gibi birbirlerinden alarak öğrenir.”


Fakat insanlar çok düşük dozlarda alınmalıdır. Yalnızlık gururlu olduğu kadar toplum da bayağıdır. Toplumda yüksek menfaatler bireye mani olarak sunulur. Duygudaşlık sayesinde ne kadar kolay yükselirsek o kadar kolay düşeriz. Tanıdığım pek çok insan, duygudaşlığı yüzünden küçük düşmüştür; kendi amaçları yeterince yüksekken etraflarındaki kaba insanlarla ilişkileri fazla yumuşak kalmıştır. İnsanlar faziletleriyle bir arada yaşamayı beceremez, bu nedenle kendilerini kusurlarına göre uydururlar: Dedikodu sevgisine ya da saf hoşgörüye ve hayvanlıktan gelen iyi mizaca göre. Cesur idealin yayını gevşetip çarçur ederler.


Çare, bu haletiruhiyelerin her birini diğerinden güçlendirmektir. Dost meclisine kendi kıyafetimiz ve sözümüzle, bize ait olanı seçip olmayanı reddedecek sağlık kuvvetiyle gelirsek konuşmak huyumuzu bozamaz. Topluma ihtiyaç duyarız; ama yeter ki toplum olsun, malumat paylaşıp aynı tabaktan yemek değil. Sandalyelerinizden birinde oturmak toplum mudur? En yakın akrabalarımın evlerine gidemem çünkü yalnız olmak istemem. Toplum kimyevi alakayla var olur, aksi söz konusu değildir.


Bir grup insanı konuşma özgürlüğüyle bir araya getirin, hızla kümelere ve çiftlere doğru bölünmeler gerçekleşir. En iyiler, dışlayıcı olmakla suçlanır. Halbuki yağın sudan, çocukların yaşlılardan ayrılması gibi ayrıldıklarını söylemek daha doğru olacaktır; meselede sevgi veya nefrete yer yoktur, her biri kendi benzerini arar. Alakaya yapılan her müdahale ise kısıtlama ve boğulmayı beraberinde getirir. Her konuşma bir manyetik deneydir. Dostumun ikna edici bir şekilde konuşabildiğini bilirim; siz ise tek bir cümleyi ifade edemediğini bilirsiniz: Onu farklı kişilerin arasında görmüşsünüzdür. Ya partinize gelecekleri birbirine uydurun ya da kimseyi davet etmeyin. Stubb ile Coleridge’i, Quintilian ile Aunt Miriam’ı eşleştirirseniz hepsini mahvedersiniz. Bu oturma odasında hazırlıksız inşa edilen bir Sing-Sing[4] gibidir. Kendi eşlerini aramalarına izin verirseniz her biri kırlangıçlar gibi şen olur.


Daha yüksek bir nezaket, kaybettiğimiz bir saygıyı göreneklerimizde yeniden tesis edecektir. Tüm çitleri deviren, herkesin evinde kendi evi gibi davranan şu hareketli gençlere ne demeli? Yanımdaki kişinin beni istemediğini anında anlarım ve artık hoş karşılanmıyorsam beni bağlasalar bile orada durmam. Alakanın kendisini daha emin bir mütekabiliyetle ifade ettiğini düşünebiliriz.


Çoğu zaman olduğu gibi, burada da doğa bizi uç karşıtlıkların arasına yerleştirmek için can atar ve emniyetimiz, köşe hattını koruma becerimizde yatar. Yalnızlık sürdürülemez, toplum ise ölümcüldür. Başımızı birinde, ellerimizi ise diğerinde tutmamız gerekir. Bağımsızlığımızı korurken duygudaşlığımızı yitirmiyorsak gerekli koşullar sağlanmıştır. Bu muhteşem atları usta eller sürmeli. Sokaktayken ve palaslardayken bize ilhamını gösteren bir yalnızlığa ihtiyaç duyuyoruz; zira çoğu insan toplumda siniktir, yalnızken size iyi şeyler söyler ama herkesin içindeyken arkasında durmaz. Fakat sözcüklerin kurbanı olmayalım. Toplum ve yalnızlık, aldatıcı isimlerdir. Mesele az ya da çok insan görmek değil, duygudaşlığa hazır olmaktır; sağlam bir zihin, yeterli ve mutlak doğru idealine çok daha saf bir şekilde tutunarak ilkelerini kavrayışından türetecek, toplumu ise bunların uygulanacağı doğal unsur olarak kabul edecektir.


[1] Eski Yunanca adı Mnemosyne olup hafıza ile aynı kökten gelmektedir. Dokuz Müzün annesidir. (ç.n.) [2] Bkz. İngiliz şair Thomas Hood. Dünyada kalan son kişi olmasına rağmen bir dilenciyi idam eden cellattan söz ettiği şiirine atıfta bulunuluyor. (ç.n.) [3] Korkunç aşinalık kabiliyeti. [4] 1826 yılında New York’ta faaliyete başlayan hapishane. (ç.n)

Comentários


bottom of page